Ben

Merhaba,

Ben Alpaslan Ergin, 1956 doğumluyum, evliyim ve bir oğlumuz var. Nevşehir'liyim ve İzmir'de yaşıyoruz. Anadolu Üniversitesi İşletme mezunuyum, basın sektöründe çalışıyorum. 

Okumanın yaşı yoktur denir ya, peki yazmanın, hele hele blog yazmanın yaşı var mıdır? Okumak ve yazmak, ayrılmaz ikili olduğuna göre, yazmanın da yaşı olmamalı diye düşünürüm ben. "Un var, yağ var, şeker var, helva yapsana" şarkı sözünde olduğu gibi; fotoğraf çekmek var, mutfak merakı deneyimi var, bilgisayar ve internet var, boş vakit de var, peki ama neden helva yok? diyerek yola çıkan ben; helva yapmaya, bu olanaklarımı ve bildiklerimi blogumda bir araya getirip yazmaya, yayınlamaya başlıyorum... Pazardan, marketten alıp getirdiklerimin sofraya konulana kadar başlarına gelenleri burada sizlerle küçük bir sohbetle birlikte paylaşmayı ve henüz buharı üzerindeyken ikram etmeyi düşünerek... Afiyet olsun...

Uzun bir serüvendir aslında mutfakla olan ilgim... İki kız kardeşimle çocukluğumuzun ve gençliğimizin birlikte geçtiği dönemlerde, annemizin, önce gözümüzü sonra karnımızı doyurmak için hazırladığı o görkemli ve lezzetli sofralarındaki nefis yemeklerini yiyerek, nasıl yaptığını, içine neler koyduğunu merak ederek başladı bu ilgi. Babam da, bırakın bu görkemi ve lezzeti bir yana, sofrada kürdanıyla, peçetesiyle ve yemeğin tam saatinde hazır olmasını istemesindeki titizliğiyle soframızın bütünlüğünü sağlardı. Okuyup, iş hayatı sebebiyle evden, yuvadan ayrıldıktan sonra, evlilik öncesi yaşadığım uzunca bir bekarlık dönemi içinde hergün aynı lokantada, aynı yemekleri yemekten bıkmış olmam, artık işin başıma düştüğünü gösteriyordu. Üstelik annemin sofralarını, yemeklerini arar olmuştum ve kendimce birşeyler yapmak, o alıştığım damak tadını ve görselliğini bulmak zorundaydım. Herşey bir yumurta kırmakla başladı. Derken iki yumurtayı ziyan etmeden birbirine vurarak kırmaya ulaştırdım bu konudaki becerimi. Bir, iki derken yumurta sayıları ve yaptığım yumurtalı yemek çeşitleri de artıyordu. Omleti, menemeni, sucuklu yumurtayı, kıymalı yumurtayı öğrendim kısa sürede. Ama bu şekilde gidersem yakında yumurtlayacaktım. Böyle olmasın diyerek, annemden gizli gizli yemek tarifi vermesini istiyordum görüşmelerimizde. Makarna, pilav, çorba derken çeşitler de doğal olarak arttı. Birlikte kaldığım ev arkadaşlarımın aşçıbaşıları oldum kısa sürede. Bulaşıkları yıkamaları, çöpleri dökmeleri ve evi iyi temizlemeleri karşılığında ben de onlara güzel yemekler yapacaktım. Yaptığım yemeklerin, annelerinin yemeklerinden daha güzel olduğunu annelerine söylediklerini aktarırlardı bana. Belki bir çeşit pofpoflamaydı ama olsun. Bir yumurta kırmakla başlayan süreç; şimdilerde çorbalardan turşulara, soslardan reçellere kadar açılan, genişleyen bir yelpaze haline geldi.

Eşi çalışan bir erkek olarak ben; meslek hayatına atıldığım ilk günden beri ikinci işim olan mutfağı, evlendikten sonra da eşimin "ellerine sağlık, nefis olmuş" gazlamalarıyla birlikte, ilk işim haline dönüştürdüm. Zaten onun eve benden daha geç gelmesi de bunu gerektiriyordu ve bence bir tas sıcak çorbası hazır olmalıydı işten gelince. :) Eşim; her zaman "annem, sana da kardeşlerine de elini vemiş, üçünüzün de aynı hocanın talebesi olduğu belli" der. Sağolasın anneciğim, eline su dökemeyiz senin. Bu arada eşimin pasta ve kurabiye konusunda başarılarını gözardı edemem, ileride blogumuzda kendi imzasıyla yayınlayacağı çok güzel tarifleri olacak. Gönül vererek, araştırarak, alış-verişinden sunumuna kadar üstüme vazife edindiğim bu işten, gerçekten hoşlanıyorum. Artık blogum da var ve buradan sizlerle iletişim halinde olabileceğim. Tariflerimi; "unu falanca markadan, şunu filanca marketten aldım", "tamamen diyabetik", "organik ürün" gibi biçimlemelere, saplantılara girmeden vermeye çalışacağım. Reklamsız, ekonomik, basit ve göz kararı, sade ve anlaşılabilen bir dil ile, kısacası yazım kurallarına dikkat ederek vermeye çalışacağım. Hatta en önemlisi blogumda yemek tarifleri, veya mutfak sohbetlerinin, birkaç anı kırıntısının dışında başka bir düşünceyi empoze etmemeye özen göstererek (ki, bazı bloglarda bıkkınlık haline geldi) vermeye çalışacağım. Şeref konuğum dediğim ilk tarifim "Soğan Cücüğü Kavurması"nda olduğu gibi; bir kaç liraya, pahalı olmayan ama karın doyuran tarifler olacak genelde. Örneğin kereviz yemeği yaparken, kerevizin sapından tutun, yaprağına, hatta haşlama suyuna kadar değerlendireceğiz. Bir bakmışsınız, ana yemeğin yanında dolabınızın bir köşesine sıkıştırabileceğiniz çorba, salata veya meze çıkıvermiş yan ürün olarak. Yaşamak için tüketeceğiz ama israf etmeden. Fazla paranızı ailenizin diğer harcamalarına, çocuklarınıza, onların eğitimine harcarsınız.

Her ressam palet, tual, boya ve fırça kullanır tablosunu yaratırken. Lakin, hiçbir ressamın eseri birbirinin aynı değildir ve olamaz da. Çünkü her ressamın duygusu, resim aşkı, fırçasını vuruş stili, bakış açısı, ustalığı farklıdır. Her aşçının kullandığı malzemeler hemen hemen aynı olsa da, sofraya koyduğu yemek, elbetteki ressamın tablosu gibi farklı olacaktır diğerlerinden. Yemek tarifleri de, üç aşağı beş yukarı aynıdır. Tarifleri farklı kılan; içine duygularımızla koyduğumuz, tariflerde ayrıca yazılı olmayan yemek aşkı, sevgi, sabır ve özendir. Bunları esirgemezsek en lezzetli yemeği yapmanın hiç de zor olmadığını görürüz. Salçasını bir kaşık eksik bir kaşık fazla koymuşsanız hiç önemli değil...

PSD; yani "Pazardan Sofraya, Doğal", mavisini denizden, sarısını güneşten, yeşilini ise bitkilerden kısacası doğadan, doğal olandan alıyor. Hatırlıyorum da, defterlerimize 62'den tavşan resmi yapardık ilkokul yaşlarında, rakamlara başka anlamlar yüklemek adına. Şimdi de 8'den logo yaptım kendime. Ama bu kez defterde değil mutfak tezgahı üzerinde, keskin bir bıçakla yukarıdan aşağıya doğru ve derin bir çizik ile çizince sekizi; p, s, d harfleri çıktı ortaya ve "Pazardan Sofraya, Doğal" kısaca böyle oluştu...

Muhabbet dolu sofralar, sağlıklı, keyifli yaşamlar diliyor, blogumu ziyaretiniz ve değerli yorumlarınız sebebiyle de teşekkürlerimi sunuyorum sizlere... 19.05.2012